Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan Kitap Bilgileri
Yazar: Agota Kristof
Tahmini Okuma Süresi: 10 sa. 31 dk.
Sayfa Sayısı: 371
Basım Tarihi: Şubat 2025
İlk Yayın Tarihi: Mayıs 2019
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
ISBN: 9789750817984
Ülke: Türkiye
Dil: Türkçe
Format: Karton kapak
Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan Kitap Tanıtımı
Agota Kristof’tan savaş, yıkım, göçmenlik, kimlik, insanlık ve yazmak üzerine tüyler ürpertici bir üçleme...
Zamanın ve adın olmadığı bir coğrafyada, savaşın, felaketin, yoksulluğun ortasında anneannelerine emanet edilmiş küçük ikizler, bir yandan hayatı anlamaya çalışırken bir yandan da ne pahasına olursa olsun hayata sıkı sıkı tutunmaya çalışırlar. Gün gelir ikizlerin yolu ayrı düşer. Bir daha görüşebilecekler midir? Belki de, sınırları aşmak, sadece mekânları ve kişileri değil, kimlikleri ve hatta geçmişi bile değiştirebilir...
Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan Kitaptan Alıntılar
1. "Evet. En hüzünlü kitaplardan bile daha hüzünlü hayatlar vardır."
2. ""Hiçbir şeyi, hiçbir zaman unutmayız.""
3. "Unutursunuz. Hayat böyle. Zamanla her şey siliniyor. Anılar köreliyor, acılar diniyor."
4. "~
"
.
?"
"
.
."
~"
5. "~
"
."
~"
6. ""
7. ""
8. "“Fark etmez. Evimde yaşamayacaksam gideceğim yerin önemi yok.”"
9. ""Bunlara ihtiyacımız var ama paramız yok."
Kitapçı: "Nasıl olur? Parasını ödemeniz gerek."
Tekrarlıyoruz: "Paramız yok, ancak bunlara kesinlikle ihtiyacımız var.""
10. "Unutursunuz. Hayat böyle. Zamanla her şey siliniyor. Anılar köreliyor, acılar diniyor."
11. ""İnsan düşünmeye başlayınca hayat sevilmeyecek bir şey oluyor.""
12. "Sıcağı sevmiyorum, yazı sevmiyorum."
13. "Bir kitap ne kadar hüzünlü olursa olsun bir hayat kadar hüzünlü olamaz."
14. ""İnsan düşünmeye başlayınca hayat sevilmeyecek bir şey oluyor.""
15. "Annemiz bize, "Canlarım. Aşklarım. Mutluluğum. Tapılacak bebeklerim" derdi.
Bu sözcükleri hatırlayınca gözlerimiz doluyor.
Bu sözcükleri unutmalıyız, çünkü artık kimse bize böyle şeyler söylemiyor, bu sözcüklerin
anısı da taşınamayacak kadar ağır.
Böylece alıştırmaya başka bir yönden başlıyoruz.
Şöyle diyoruz: "Canlarım. Aşklarım. Sizi seviyorum... Sizi hiç terk etmeyeceğim. Yalnızca sizi seveceğim... Her zaman... Sizler benim için hayatsınız..."
Tekrarlamaktan sözcükler anlamlarını yitiriyor, içerdikleri acı da dinmeye başlıyor."
Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan Kitap İncelemeleri
+18
Bu kadar olumsuz unsuru bir arada barındıran bir başka kitap okudum mu bilmiyorum. Bu paylaşımın kimlere ulaşacağını bilemediğim için bu uyarıyı koyuyorum. Neden bahsettiğimi net anlayabilmek için bu videoya göz atabilirsiniz:
...
Macar Edebiyatını çok severim ve okuduğum kitaplar bende bir şekilde iz bırakır. Fakat sanırım bu kitap, okuduklarım arasında en ilginç olanı.
Zaman ve mekan belirtilmiyor fakat bir savaş dönemi okuyoruz. Roman boyunca hem birey hem toplum üzerinden savaşın yıkıcı etkisini görmek mümkün. Fakat savaş psikolojisi bir yana, "bir bardak su içtim" demek kadar normal bir biçimde, kitap boyunca açlık, intihar, cinayet, işkence, tecavüz, pedofili, ensest ilişkiler...
Gerçekten bu kadarına gerek var mıydı?
Kitaptaki tüm karakterler, tüm ilişkiler de sorunlu. Erkekler zaten sorunlu da hemcinslerine bari torpil geç Agota. Hayır yapmamış. Biri metres, diğeri evlat katili, öteki ruhsal bozukluk yaşıyor, en masum karakter "yaşlı cadı"
Çok sevilen bir kitap olduğunu biliyorum, çünkü teknik olarak iyi yazılmış; birbirinin devamı niteliğinde olan 3 cilt, tek ciltte toplanmış. 2-3 yıllık aralarla yazılan bu kitaplarda Agota Kristof, hep bir öncekinden daha ustaca yazmış. Hikaye öyle iyi kurulanmış ki, aklın sınırlarını zorluyor ve bunu her bölümde tekrar tekrar yapıyor.
Akıcı, merak uyandırıcı ama aynı zamanda tüyler ürpertici de.
Okuduğuma elbette pişman değilim, hatta diğer kitabını da sepete attım. Fakat bu roman sadece iyi bir roman oluşu üzerinden değil, yazarın neden bu kadar manyakça bir şey yaptığı üzerinden de konuşulmalı.
Bu üçleme tam anlamıyla insanın içini kemiren, yer yer tokat gibi çarpan bir metin.
’un dili o kadar sade ve acımasız ki, okurken sanki siz de o savaşın ortasında, o taş gibi gerçekliğin içinde sıkışıp kalıyorsunuz.
İlk kitap, Büyük Defter, ikiz kardeşlerin savaşın ortasında hayatta kalma hikâyesi gibi başlıyor ama aslında çok daha fazlası. Onların yazdığı o defterde hiçbir duyguya yer yok, her şey çıplak bir gerçeklikle anlatılıyor. Tokat mı yediler? “Tokat yedik.” Bitti. Aç mı kaldılar? “Aç kaldık.” Bitti. O kadar keskin bir anlatım var ki, insanın içi ürperiyor.
Sonra Kanıt geliyor ve hikâye dağılıyor. İkizler ayrılıyor ve her şey farklı bir perspektife geçiyor. Kim doğruyu söylüyor, kim yalan söylüyor, ne gerçek, ne kurgu belli değil.
Ama asıl kafa karıştırıcı olan Üçüncü Yalan. Bu kitap, adeta her şeyi ters yüz ediyor. İlk iki kitapta doğru bildiklerin bile sorgulanır hale geliyor. Gerçek diye bir şey var mı gerçekten, yoksa her şey bizim hatırladığımız kadarıyla mı var?
Bence bu üçleme, okuduktan sonra kolay kolay unutamayacağınız türden bir eser. Soğuk, mesafeli ama delici bir anlatımı var. Özellikle savaşın, yoksulluğun ve yalnızlığın insana ne yaptığını görmek istiyorsanız, kesinlikle okunmalı. Ama mutlu son bekleme. Çünkü burada hayat, olduğu gibi, acımasız ve çıplak bir şekilde anlatılıyor.
Bu kitap, savaşın yalnızca cephede değil, insanın zihninde ve kalbinde de nasıl bir yıkım yarattığını acımasız bir sadelikle yüzünüze çarpıyor.
Şoktayım…Daha ilk sayfadan tokat yemiş gibi hissettim. Her şey o kadar sert, acımasız ve gerçek ki… Ama asıl gerçek ne?
, bir okuru en çok zorlayan şeyin kendi zihni olduğunu bu üçlemede öyle bir gösteriyor ki, kitabı kapattığımda içimde de bir yıkım vardı.
Öncelikle “𝐵𝑢̈𝑦𝑢̈𝑘 𝐷𝑒𝑓𝑡𝑒𝑟”. İkizlerin dünyasına girmek kolay değil. Duygusuzluk mu, hayatta kalma içgüdüsü mü, yoksa her şey o kadar umutsuz ki, insana insan olmayı unutturuyor mu? O sade, donuk, dümdüz, neredeyse duygusuz anlatımın altında kaynayan bir şeyler var, ve her sayfada o kaynamayı hissediyorum.
“𝐾𝑎𝑛ı𝑡” geldiğinde, işte burada işler daha da karışıyor. Birinci kitapta kurduğum tüm o sert duvarlar birer birer çatlamaya başlıyor. Bu sefer karşımda sadece bir karakter var, ama gerçek ne? Sorgulamaya başlıyorsun; kim haklı, kim doğruyu söylüyor? Kitap adeta zihnimi ele geçiriyor.
’un en büyük başarısı bu bence: Sana hiçbir şeyin kesin olmadığını hissettirmek.
Ve 𝑈̈𝑐̧𝑢̈𝑛𝑐𝑢̈ 𝑌𝑎𝑙𝑎𝑛! Ya bu kitap her şeyi yerle bir etti. Okuduğum her şey bir yalandan mı ibaretti? İlk iki kitapta inşa ettiğim tüm gerçeklik, bir anda tuzla buz oldu. Hangi versiyon doğru, hangi hikaye gerçek? Ben mi gerçeği kaçırdım, yoksa 𝐾𝑟𝑖𝑠𝑡𝑜𝑓’mu beni ters köşe yaptı? İkizlerin hikayesi ne kadar çarpık ve kurgusal olursa olsun, bir o kadar da derinden insanın içine işliyor.
Sonuç olarak,
’un
üçlemesi, bir okuru darmadağın edecek güçte, zihin kurcalayan, sarsıcı bir deneyimdi. Yazarın diğer kitaplarını da en kısa zamanda okumam lazım.
Şimdi bazı kitaplar hakkında müthiş övgüler duyuyoruz ve bu kitaplara büyük beklentilerle başlıyoruz, kimi zaman bu beklenti sonucu hayal kırıklığına uğruyoruz ya da aradığımızı bulamıyoruz. Fakat bu üçleme öyle bir yazılmış ki bittiğinde duyduğunuz ya da okuduğunuz tüm övgüler hak ettiğini anlıyorsunuz.
Sırrı ne? Başka kurmacalardan ayıran ne derseniz ben iki farklı boyuttan bahsedebilirim. İlk olarak okurların genelde alışkın olduğu “her çocuk masumdur” tezini yavaş yavaş bilinçli bir şekilde ortadan kaldırması. Bir diğeri de kurgu içinde kurguyu sinematografik bir şekilde sırrı bozmadan, zihni sürekli bulandırarak, kitap boyu aktif bir okur kalmamızı sağlaması.
Özellikle Büyük Defter’in sertliği beni zaman zaman Sineklerin Tanrısı’na götürdü. Fakat bu ikizlerimiz daha akılcı. Duygusuzlukları, soğukkanlılıkları, zalimlikleri üst düzey. Duyguları değil yaşamayı öğrenmek istiyorlar. Acıyı, açlığı, her bir hissi deneyimleyip sevmeden aktarıyorlar bize. Yakınlaşmadan sinsice.
Kanıt’ta ise Lucas’ın izini sürüyoruz, imgelemlerinden ikizini arıyoruz. Birçok karakterle tanışıyor, Mathias, Yasmine, Clara..
Zaman zaman bu karakterler hikayenin önüne geciyor gibi hissetsem de hepsini ayrı ayrı anlamayı çok sevdim.
Üçüncü Yalan’da ise karşımıza en azından gerçek bir üç yalan çıkıyor. Ya da gerçek mi demeliyiz? Ya da hangisini nasıl şekilde adlandırmalıyız zihniniz bulmaya çalışsın.
Haliyle benim de zorlandığım bölüm burası oldu.
Keyifle okudum.
Şimdiye kadar okuduğum en ilginç kitaplar arasında yerini alır diyerek başlıyorum incelememe.
Kitap “Ben şimdi ne okudum?” sorusu ve gerçek,kurgu,rüya,hayal karmaşıklığıyla başbaşa bırakıyor okuru.
Birinci bölümde 2.Dünya savaşı yıllarında Claus ve Lukas adlı ikizlerin ‘cadı’ lakaplı anneannelerine bırakılmalarıyla başlıyor herşey.Çocuklar oldukça zeki ancak savaş,yoksulluk gibi nedenlerle şartlara uyum sağlamak için gittikçe değişiyorlar.Küfürlü konuşmaları,bilerek fiziksel acıya katlanmaya çalışmaları, ölümü normalleştirmeleri gibi.Bazı kısımlardaki o iğrençlikler,rahatsız edici sahneler bana Kinyas ve Kayra’yı hatırlattı. Bu bölümde anlatıcı ‘Biz’. Yani ikizlerin ağzından anlatılıyor olaylar.
İkinci kısımda tek bir karakter ağzından anlatım var.Ayrıca ikizlerin adını ilk kez bu bölümde öğreniyoruz.Bölüm sonuna doğru akıllar karışmaya başlıyor.
Üçüncü bölüm ile ‘Ben ne okudum ?’ sorusunu sordurtan kısım.Olay savaş gibi gözükse de aslında herşeyin nasıl bir aile trajedisi olduğunu öğreniyoruz.Bu bölüm ise diğer ikizin ağzından anlatılıyor.
“Başımıza gelenleri ifade edecek bir kelime bulamadım henüz. Felaket, facia, trajedi diyebilirdim, ama buna sadece "Şey" diyorum, çünkü bir adı yok.”
Eserde dil oldukça sade.Betimlemeler ve süslü cümleler yok.
Peki olanlar? Savaş ve savaşın insan ruhunda açtığı yaralar,cesetler,cinayet,açlık,ensest ilişkiler,yarım kalan hayatlar.Yazar tüm bunları öyle soğukkanlılıkla ve sert bir dille anlatıyor ki kalemine hayran kalıyorsunuz.Hayal gücüne de tabii.
Kesinlikle tavsiye edilir.Ters köşe seven okurlara özellikle tavsiye edilir.